Yaşam, parçası olduğumuz varoluşun bağlantısallık ağı, zamanı aşan bir bütünlük içindedir. Zaman ötesi bu bütünlük içinde hiçbir varlığın yaşamı kendi doğumu ile başlamaz. Döngü içinde, yaşamın bir noktasına fırlatılmış insanın duygu ve düşüncelerinde, kendini bütünden ayrı hissetmesi, doğayı ve yaşamı kendisine sunulmuş ganimet gibi görmesi, dini öğretilerin ve varoluşu diğer ortamlardan, şeylerden izole bir şeymiş gibi hesaplayan mekanistik evren anlayışının, deterministik kabullerin sonucudur. Albert Einstein [2] bu ayrışmanın, bir tür iyi niyetle, bilincimizin bize oynadığı bir çeşit optik illüzyon olduğundan söz eder. Duyularımızın ve aklımızın sınırları, özne oluşumuzun dayattığı koşullar, yaşamı bütünlüğü içinde kavrayıp, anlamaya çalışırken belki de kendimizi doğadan ayrı düşünmemizin en temel sebebidir.
Aslında nefes almak için akciğerlerimiz, görmek için gözlerimiz vardır. Darwin’in keşfi, bu yapıların neden var olduklarını, işe yarar olmaları ile var olmaları arasındaki neden-sonuç ilişkisini tersine çevirerek anlamamızdır. İşlev (görmek, yemek, nefes almak, sindirmek…yaşama katkıda bulunmak) yapıların amacı değildir; aksine, canlılar bu yapılar var olduğu için hayatta kalır[4]. Bu tersine çevirme işlemi insan yaşamını merkeze alan düşünce sistemlerinin iflasıdır. Yaşam insan için değildir. Bizlerde her şey gibi doğanın değişmez ve ebedi kurallarına tabiyiz. Ve var olan her şey gibi bedenimizde yaşadığımız dünya ile uzanım halinde ve iç içedir.
Evrende müstakil, yalıtılmış bir oluşun olanaksızlığının bilinciyle, yeni bir gerçeklik yaratmak için ada yeniden başlamamıza kaynak oluşturacak ikinci kökendir. Bakış açımızı değiştirdiğimizde ada, her şeyin birbirine bağlılığını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek düşünsel bir perspektif sunar. En basit ifadeyle deniz seviyesi önemli ölçüde düşseydi, birçok adanın kıtalara bağlı olduğu görülecektir.
Adayı bu metnin ve serginin odağına yerleştiren onun topolojik ve kavramsal zenginliğidir. Bir adayı düşünmek, adanın nasıl hissettirdiğiyle de ilgilenmektir. Ada fiziksel yapısıyla sonluluk ve uçsuz bucaksızlığın; durgun bir gecede, ayın denizde parıldamasıyla oluşan aydınlık hissinin yarattığı ikiliklerle de ilgili bir şeydir. Novalis, ruhun makamı, dış ile iç dünyanın karşılaştığı yerdir derken iç ile dışın birbirine katlandığı ve iç içe geçtiği böylesi bir anı deneyimlemiş olmalı.
Ada gibi düşünmek, bizi merkezsizleştirirken farklı duyarlılıkları hissetmeye ve yakalamaya, algımızın frekanslarını artırmaya ve değiştirmeye çalışır. Pratik ve teorinin birbirine dolandığı düşünme biçiminde sanatçının bir araştırma nesnesi hakkında değil, oluş halinde bir şey ile beraber düşünme kipinde hareket ettiğinin altı çizilirken, sözü edilen de bir merkezsizleştirmedir. Bulunduğu zemini, bilgisini ve kabullerini önce çözen, sonra yeniden ve başka şekillerde dokuyan, bu dokuya dolanan bir şekilde üretir sanatçı.
Gerçek bir varlığın gerçekliğinin ilk belirlenimi bu varlığın bir yerde olmasıdır. Uzamsal süreklilik bütün potansiyel şeylerin karmaşık ilişkilerinin bulunduğu yerdir. Ada da ıssız ve durağan görünümün ardında barındırdığı kendine has fauna ve floranın yaşamsal hareketliliğiyle bütün olayların olup bittiği doğal bir matriks’tir.
Ada, ilişkiselliğin tüm varoluş formlarında açıklıkla seyredildiği, doğanın geçişinin katmanlı bir şekilde hissedildiği, kara ve suyun birleşiminden doğan armoninin değişen frekanslarda atmosferi kuşattığı, askıya alınmış zamansallığı ve kırılganlığı ile sahne olduğu yaşamsallığın, dalgalanmaların duyularımıza eşzamanlı yaptığı basıyla bizi kendi bedenimize yaklaştırırken; ciğerlerimize soluduğumuz havayla, geçerken tenimize sürtünen esintiyle, kulağımızdaki fısıltıyla, duyumsamanın iç ve dışı yardığı bu çokluk hissiyle de bizi tüm boş yargılardan, kanaatlerden, inanışlardan arındırıp ait olduğumuz doğanın içine çekiyor.
Aslıhan’ın yaklaşık yirmi yıldır devam eden sanat çalışmalarında başat olan, katmanlar halinde tuval yüzeyini saran yatay-dikey mekansal mimari öğeler ile genel olarak matematiksel ve kurgulanmış gibi algılanan resimlerinden uzaklaşan yeni resimlerine; rasyonel, katılaşan sanatsal formlar yerine akışkanlık ve saydamlık hissi hakim oluyor. Aslıhan belli bir malzemeye, tekniğe ve de forma bağlı kalmaksızın devam ettirdiği yaratma sürecini tekrara düşmeksizin, yeniliğe doğru taşırken; çalışmalarının arka planını oluşturan düşünsel süreçler de dönüşüme uğruyor.
“Yıldız-Ada” sergisinde Aslıhan, bastığımız zemin ve gökyüzü arasındaki duyumsal ve fiziksel fenomeni keşfetmek için resmin olanaklarını kullanıyor. Adayı örten gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlarla, onları hayranlıkla izleyen bizlerin arasındaki trilyonlarca kilometrelik mesafe, mekan-zaman algımızı sarsarken, aslında dünyamızın astronomik ölçekte sıfır düzeyinde olduğunu anlayabiliriz. Böylesi bir karşılaşma ya da farkındalık, yaşamı/evreni anlama sürecinde içine düştüğümüz sahiplenme yanılsamasını sorgulatırken, varlığımızın gölge/karanlık yönleriyle de yüzleşmemizin zemini oluyor.
Aslıhan’ın “Yıldız Ada” ismiyle bir araya getirdiğimiz, birçoğunu doğanın içindeyken çalıştığını bildiğim suluboya resimlerini, içindeki doğa ve ada imgelemiyle atölyesinde yaptığı resimlerini ve kuş-balık isimli video yerleştirmesini gördüğümde şiir gibi yalın, kendi tabiriyle fazlalıklardan arındırılmış bir anlatım diline yöneldiğini hissettim.
“…Şair varolan dünya dışında var olması gereken dünyayı yaratır. Şiirsel dilin kıymetini konuşulan dile olan uzaklığı belirler[4]”
Şair Huidobro’nun Madrid’te bir konferanstaki konuşmasından alıntılanan bu ifadelerdeki “şair” yerine ressam; “şiirsel” sözcüğünün yerine resimsel getirildiğinde anlamından çok bir şey kaybetmeyeceğini düşünüyorum. Aslıhan’ın, “Yıldız Ada” sergisinde yer alan suluboya resimlerinin böylesi bir duyarlılıkla hayat bulduğuna inanıyorum. Ressam varolan dünya dışında var olması gereken dünya yaratır. Resimsel dilin kıymetini konuşulan dile olan uzaklığı belirler. Ressam görünmeyenin ardındaki kıpırtıyı, canlılığı resmeder.
Aslıhan ile ortak okumalarımızdan fizikçi Carlo Rovelli Zamanın Düzeni kitabında, “bilimin en derin köklerinden bir başkası da muhtemelen şiirdir, görünür olanın ötesini görmeyi bilmektir” derken uzlaşamayan iki kültürü bilim ve sanatı ortak kaygılarda bir araya getirmiştir.
Nedensellik, olası ilişki biçimlerinden yalnızca biridir ve nedenselliğin hegemonya kurması dünyanın ve deneyimin fakirleşmesine yol açar. Büyülü bir dünya, şeylerin birbirleriyle ilişkisine nedensel bağlantıların hükmetmediği, şeylerin birbirleriyle mahremiyetlerini ve sırlarını paylaştıkları bir dünyadır. Nedensellik mekanik ve dışsal bir ilişkidir. Dünyayla kurulan büyülü ve şiirsel ilişkiler, insanları ve şeyleri birbirine bağlayan bir sempatiye dayanır.
-
[1] Edgar Allen Poe, Bütün Şiirleri, Çeviren: Oğuz Cebeci, Oğlak Yayınları, İstanbul-1999, s.58. [2] Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2023, s.13.
[3] Carlo Rovelli, Helgoland-Kuantum Devrimini Anlamlandırmak, Çeviri: Tolga Esmer, Tellekt, İstanbul-Eylül 2022, ss.130-131.
[4] Alejandro Jodorowsky, Psiko Büyü, Çev. Nihal Mumcu, Alfa Edebiyat, İstanbul-Eylül 2016, S.35.